31 Ekim 2015 Cumartesi

Değişen birşey yok... / Öykü AYKAŞ


Sevgili dostlar,

Bildiğiniz gibi Fenerbahçe geçtiğimiz hafta UEFA Avrupa liginde Ajax'ı 1-0 mağlup etmiş,ezeli rakibi Galatasaray ile de  1-1 berabere kalmıştı. Kuruluş tarihinden bu yana en iddialı kadrosunu kurmasına rağmen bir türlü istediği tempoyu yakalayamayan Kanarya dün gece Osmanlı deplasmanında da beklenen istekli ve arzulu görüntüsünden uzaktı. Pozisyon ve skor üretmekte çok zorlanan Fenerbahçe bu maçı da sezon başından beri bizleri alıştırdığı 1-0 lık zoraki bir galibiyetle tamamladı. Anlaşılan o ki taraftar bu sene 1-0'lara 1-1'lere gebe bir sezon geçirmeye mahkum kalacak.. Geride kalan 10 hafta da hücum hattı Türkiye liginin üstünde olduğu düşünülen bu takımın henüz hiç bir maçta 3 gol atamamış olması oldukça düşündürücü..



Maça gelecek olursak; dün gece takımın en istekli ve tartışmasız en iyi ismi Alper Potuk'tu.. Ligimizde dikine gidebilen en yetenekli oyuncu olmasına rağmen bu sezon fazla şans bulamayan Alper dün gece rakip defansı öyle bir yıprattı ki Osmanlıspor Alper'in karşısındaki Hakan Altıntaş'ı oyundan çıkartmak zorunda kaldı. Lazar Markoviç'in yine hızlı ve istekli olmasına rağmen bu maçta da sakatlanması bana Rıdvan Dilmen'in sürekli sakatlanan gençlik yıllarını anımsattı. Sahalardan 7 ay uzak kalan Gökhan Gönül bu ayrılığın acısını çıkartırcasına yine son derece istekli ve etkiliydi. Van Persie'nin isteksiz tavırları taraftarı üzdü, çünkü taraftar onu çok seviyor ve bir Fenerbahçe efsanesi olmasını istiyor.



Vitor Pereira'nın kadrosunu ve hamlelerini değerlendirecek olursak geçtiğimiz haftalara oranla bir değişim ya da gelişimin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hala hangi sistem, hangi oyuncu karmaşasında debelenip duruyor. Nani'yi neden kadroya almadığını merak eden gazetecilere yuvarlak ve üstü kapalı cevaplar veriyor.. Umarım Pereira sistemini oturtana kadar atı alan Üsküdar'ı geçmez.



Maçın hakemi genel anlamda iyi maç yönetmesine rağmen Fernandao'nun pozisyonunda net bir penaltıyı es geçti. Her zaman söylediğim gibi hakemlerde insan ve asla kötü niyetli olduklarına inanmıyorum. Eğer sen Fenerbahçeysen çıkarsın, sana yakışan futbolu oynar maçı taraftarın hakettiği gibi 3-0, 4-0 kazanırsın. O zaman verilmeyen penaltılar kimsenin gözüne batmaz, herkes seni ve yaptıklarını konuşur....



Haftaya görüşmek üzere..
Sevgiyle kalın.

ANI YAŞAMAK / Orhan Veli AY

Merhabalar Kıbrıs’tan yolu geçen dostlar. 2015 yılının sonlarına yaklaşırken sıcak günlerden soğuk sonbahar günlerini yaşamaya başladık. Melankolik günlerin eşiğinde aramızda yaşayanlar için Kasım da Aşk başka olacak iken sizler ile ikinci yazımı paylaşıyorum. Hoş geldiniz sefa getirdiniz.

 

Haftanın iki günü sizler ile buluşacağım bu köşem de sizler de izin verir iseniz yazılarımdan birini teknolojinin kaybettirdiği duygularımızı paylaşmak için ayıracağım.

 

Bugün sizler ile yılın son çeyreğinde yaşanan teknolojik gelişmelerden ziyade ANI YAŞAMAK üzerine kısa bir sohbet yapmak istedim.



Konu görselinde ve aşağıda gördüğünüz fotoğraf geçtiğimiz hafta Black Mass filminin galasında çekildi. O esnada yıldız oyuncu Johnny Depp kırmızı halıda salona doğru yürüyordu. Aslında bu görsel neredeyse tüm Hollwood filmlerinde oluşuyor. Ancak bu görsel içerisinde çok daha farklı bir durum söz konusu, fotoğraf içerisinde ki herkes ceplerinde ki telefonu çıkartarak ünlüyü çekmeye çalışırken sadece bir kişi anı yaşamayı tercih etti ve çok rahat bir şekilde Johnny Depp’i izlemeye devam etti.

“Anı yaşamayı seçen kamerasız teyze” olarak paylaşılan bu fotoğraf çok kısa sürede internet üzerinde fenomen oldu. Bir kısım kullanıcı bu fotoğrafa özenirken diğer bir kısım ise eğlenmeyi tercih etti. Teyze telefonunu evde unutmuş veya Google Glass kullanıyor gibi komik yorumlar geldi.


 


Resimdeki ilk göze çarpan kişi o değil dimi. Çoğumuz gibi bende önce ellere baktım. Kalabalığın içindeki insanlar kimi akıllı telefonları ile kimi çok megapikselli fotoğrafmakinaları ile ilgileniyor.Hemen önlerinde gerçekleşen gösterinin bütününe bakmak yerine en fazla 7inc boyutundaki ekrandan HD bile olmayan bir kalitede izlemeyi tercih ediyorlar.

Ancak, kısa boylu, ak saçlı, gözlüklü teyze o kalabalığın arasında huzuru temsil ediyor yüzündeki hafif mutlu tebessümü ile bize. Anı yaşıyor. Resmin bütününe bakıyor ve hiç bir ayrıntıyı kaçırmıyor.

Acaba gençliğinde o da diğerleri gibi davranışları tecrübe edip bir kazanım elede etmemiş olmasından dolayı mı bugün bu şekilde davranıyor? Yada teknoloji ile bu kadar iç içe yaşamamış bir kuşağı mı temsil ediyor? Bu soruları keşke imkan olsa ve kendisine sorabilseydik. Ama kim bilir belki bir gün teknolojinin yardımı ile kendisinin bir haberini gene okuyabiliriz.

Benim yaptığımı yapıp gözlerinizi kapatıp kendinizi oradaki teyze ve diğer herhangi birinin yerine koyup o  ortamda bulunmayı hayal etmenizi istiyorum. Kimin yerinde olmak size huzur veriyor ise kalan hayatınızı o şekilde geçirmenizi dilerim.

Nice Mutlu ve Umutlu Yarınlara...



30 Ekim 2015 Cuma

BAŞARILI BİR ROTASYON / Emre ŞENER


İdeal kadrosundan farklı 6 oyuncusu ile sahaya çıkan Galatasaray, Eskişehir'in kadro ve oyun zayıflığı sayesinde rahat bir rotasyonla farklı bir galibiyete ulaştı. Gerek Wesley Sneijder'in cezası, gerekse dinlendirilmesi, artık zorunlu olan diğer futbotbolcuların bu maça denk gelmesi, hem Galatasaray için hem de Hamza hoca için büyük bir şanstı. 



Maça dönecek olursak, Galatasaray ilk 15 dakikada; olumlu pas trafiği ve yüksek temposuyla maçı çözdü böylece cevabını da çok geçikmeden aldı. Kaptan Selçuk'un İzlanda maçındaki golünü hatırlatan müthiş bir frikik golüyle 1-0 öne geçti. Fakat frikikten önce Burak Yılmaz'a yapılan hareket faul muydu ? Bence değildi !....


Hakemler her hafta, her maçta kötü yönetimiyle zaten dikkat çekiyorlar. Oynanan maçta ben en çok Kaptan Selçuk'u beğendim. Hem aklıyla, hem de zekasıyla
yeteneklerini kullanarak takımını bir orkestra şefi gibi yönetti. Emre Çolak'ın uzun aradan sonra kadroya girmesi, başarılı mücadelesi ve istekli olması ayrıca Burak'a adrese teslim ortasını da unutmamak gerekir. Savunma hattında ilk defa oynayan Denayer ve Semih ikilisi ise hiç hata yapmadılar. Kadıköy' de tarihi golü atan Olcan ise hem geriye hem de ileriye yaptığı bindirmeleriyle Lionel Carole "ben bu formayı senden alırım" sinyalini verdi. Hamza hocanın güvendiği Jem Karacan ise basit ve dengeli oyun anlayışıyla sahada kötü anlamda  sırıtmadı.



Kısacası, Hamza Hamzaoğlu'nun rotasyon anlayışı olumlu ve yerinde sonuçlandı. Yapılan bu rotasyonla ilk yarıyı 3-0 önde kapatan Galatasaray, ikinci yarıda Benfica maçını düşünerek daha ekonomik ve basit futbol anlayışıyla sahaya çıktı. İkinci yarıda Eskişehir'in Galatasaray kalesine daha sık gelmesini kesinlikle Benfica maçını düşünen sarı kırmızlı takım müsade etti. Sahanın en şanssız ismi ise kesinlikle Podolski'ydi. Hamza hocanın Podolski'nin 90 dakika boyunca sahada kalmasına müsade etmesinin tek sebebi Löw'ün trübünde maçı izlemesiydi. Fakat Podolski o kadar şanssızdı ki hem kaleciyi hem de direkleri geçemedi ama oyun içinde istekli oluşu hatta defansa kadar yaptığı yardımlardan dolayı Hamza hocayı mahçup ettirmedi. Sahneye en son olarak usta ayak Bilal Kısa çıktı ve defalarca izlenmesine doyulamayacak müthiş golüyle skoru 4-0 yaptı ve maçı bitirdi.



Sonuç olarak, doğru rotasyon ve yerinde değişiklikler Benfica maçı için iyi sinyaller verdi ayrıca uzun bir zamandan sonra Galatasaraylı futbolseverlere güzel bir maç seyrettirdi.

29 Ekim'in Ardından Cumhuriyetimizin İlanı ve Önemi / Serkan ÇONKIR


Bu yıl, 92. yıldönümü kutlayadığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolun başlangıcında ,milletimizin “kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti” kurmak üzere “ya istiklâl ya ölüm” ilkesi ile başlattığı Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşımız yer almaktadır. Bu süreç içinde Erzurum ve Sivas Kongrelerini takiben 23 Nisan 1920’de, millî iradeye dayanan Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve bütün dünyaya karşı, yayınladığı beyanname ile “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğunu” ve “Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde hiçbir makam bulunmadığını” ilân etmişti. Zira bu meclis ve bu meclisin içinden çıkan ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”, yapısı ve işleyişi yönünden, aslında ismi konmamış bir cumhuriyet yönetiminden farksızdı. Ama Millî Mücadele’nin ve Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bitişini ve Lozan Antlaşması’yla bağımsızlığımızın bütün devletlerce onayını takiben, artık devlet yönetiminin daha açık biçimde isim alması gerekiyordu. İşte 29 Ekim 1923 günü yapılan Anayasa değişikliği ile bu husus da yerine getirildi ve bu yıl 92. yıldönümünü kutlayacağımız Cumhuriyet ilân edildi.


Cumhuriyet, egemenliğin kaynağının millete ait olduğunu kabul eden devlet şekli demektir; dolayısıyla devletin temel organlarının seçimle iş başına geldiği bir yönetim biçimidir. Bu rejimde Devlet Başkanı olan Cumhurbaşkanı da milletçe veya milletin temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilir. Cumhuriyet yönetimi bu niteliği ile şüphesiz ki demokrasinin en gelişmiş şekli, demokrasi prensibinin en iyi uygulanmasını temin eden bir siyasi rejimdir.

Cumhuriyet yönetiminin birinci Özelliği, seçim esasına dayanan bir idare olmasıdır. Bu seçim de gerek seçme gerekse seçilme hakkı bakımından belli bir kişiye, belli bir zümreye, belli bir sınıfa ait değildir; bütünüyle millete aittir. Cumhuriyetle yönetilen bir devlette bir görevin, ilâhî bir kuvvete dayanması veya babadan oğula geçmesi gibi bir usul de yoktur .Cumhuriyet yönetiminde seçimle iş başına gelenlerin görev süresi belli bir dönemi kapsar.

Cumhuriyet rejiminin ikinci bir özelliği, bu rejim her şeyden önce kişi, zümre ve sınıf yararını değil, kamu yararını ön planda tutan, kamu yararına dayanan bir yönetim şeklidir. Çünkü cumhuriyet rejimi, kuvvetini, dayanağını kişi, zümre ve sınıf hakimiyetinden değil, geniş halk kitlesinden, millet iradesinden almaktadır.

Cumhuriyet rejimi, memleketimize, milletimize sayılamayacak kadar çok şeyler kazandırmıştır. Bir kere cumhuriyet yönetimi, devlet hayatımıza, siyasi hayatımıza egemenliğin bir şahsa, bir zümreye, bir sınıfa değil, millete ait olduğu gerçeğini kazandırmıştır. Çünkü bundan evvel, Osmanlı Devletinde egemenliğin kaynağı ilâhî iradeye bağlanıyor, bunu da Sultan-Halife sıfatıyla bir şahıs temsil ediyordu..

Cumhuriyet rejiminin, bütün vatandaşları kanun önünde eşit sayması, onlar arasında hiçbir ayrıcalık tanımaması, onların devlet yönetimine eşit olarak katılımını sağlaması, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini devlet teminatı altına alışı, millî birlik ve beraberliğimiz açısından da birleştirici, pekiştirici olmuş, millî sınırlarımız içinde hiçbir ayrıcalık yapmaksızın bütün vatandaşlarımızın paylaştığı, yararlandığı, bu nedenle korumaya ve yaşatmaya kararlı olduğu bir idare haline gelmiştir.

Cumhuriyet rejimi aynı zamanda, insan unsuruna verdiği değer, insan hak ve hürriyetlerine gösterdiği saygı nedeniyledir ki, çağdaşlaşmayı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı en iyi şekilde gerçekleştiren bir ortam oluşturmuştur. Türkiye’nin çağ atlaması, milletimizin Atatürk’ün önderliğinde her türlü engeli aşarak uygar bir toplum haline gelişi, lâik ve demokratik cumhuriyet rejimi sayesinde mümkün olabilmiştir.

İşte bize kazandırdığı bu değerler nedeniyle, lâik ve demokratik cumhuriyet rejimi, memleketimizin geleceği bakımından o derece önemlidir ki, Anayasamızda “Türkiye Cumhuriyeti’nin idare şeklinin Cumhuriyet olduğu” hükmünün değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği ayrı bir anayasa maddesiyle teminat altına alınmıştır.

Gençlerimizi ve her gelecek kuşak bilmelidir ki, bu topraklarda kurduğumuz Cumhuriyet yönetimi, Atatürk’ün önderliğinde çok büyük fedakârlıklarla kazanılan bir ölüm kalım savaşından sonra gerçekleştirilmiştir. Bu büyük başarının arkasında binlerce şehidin, binlerce gazinin harcı vardır. Bu bakımdan, kurulan bu büyük eserin her yönü ile gelişmesi, geliştirilmesi, doğabilecek her türlü tehlikeden titizlikle korunması, Cumhuriyet kuşaklarının Atatürk’e ve onun inkılâp arkadaşlarına borçlu olduğu unutulmaması gereken bir görevdir. Cumhuriyet kuşakları, bu görevin bilinci içinde, kendilerine bırakılan emaneti daima koruyacaklar, Türkiye Cumhuriyeti’ni Büyük Önderin çizdiği yolda ebediyen yaşatacaklardır.


28 Ekim 2015 Çarşamba

'‘SİZ KIBRISLILAR BİZİ SEVMİYOSUNUZ..(!)’' / Mustafa ABİTOĞLU

Merhaba..!

 

Önce peşi sıra üç anekdot

 

Daha dün gibi hatırlıyorum…Üniversiteli yılların başlangıcıydı… Doğu Akdeniz Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü’ne yeni başlamıştım İlk derse girecektik. Heyecanlıydım. Adettendir, yeni arkadaşlarımızla tanışmak istedik haliyle Kıbrıslı bir solcu olduğumu öğrenince daha sonra  İzmirli olduğunu öğreneceğim arkadaşım, küçümseyici tavırlar içine girmiş, alaycı bir üslup benimsemiştiDerken haddini aşarak sorgulamaya başladı bilgilerimi. Onun gözünde ben gerçek bir Türk değildim. Olsam olsam kendi ülkesi üzerinden geçinen bir asalak, Rumlarla birleşmek için yanıp tutuşan bir İngiliz hayranı Rumcuydum.  Türklük' imtihanı başlamıştı akabinde! İlk soru Osmanlı’dan gelmişti.. Ne zaman kurulmuştu Osmanlı? 1299 deyiverdim bekletmeden.. Şaşırmıştı! Bir Rumcu Osmanlı’nın kuruluş tarihini nasıl hemenden cevaplayabilirdi! Olamazdı! Siz Kıbrısta top oynarken top denize mi düşüyor diye alaycı tavrına devam etti sonra hafif tebessümle.. Öfkelenmiştim.. İçerledim hemen! Sen beni yada Kıbrıslıları ne sanıyorsun? Haddin mi senin bizi sorgulamak diye üsteledim.. Gerçekten çok kızmıştım o toy halimle.. Kızgınlığım var olan Türkiye düşmanlığımı’ perçinlemişti adeta. Gururum incinmişti.. Ciddi bir travmaydı bu benim için. Niye bu kadar küçümseniyordu Kıbrıslı Türkler? Neleri yanlış yapmıştık? Niye Rumcu olduğumuz algısı Türkiyeli dostlarımızda hakimdi? O zaman cevaplarını bilmediğim sorulardı bunlar.. Çözüm belliydi.. Onurumuzu kurtarmak için Kıbrıs’ı birleştirmek için mücadele etmekten başka çaremiz yoktu.. Bu çerçevede kendimi öğrenci hareketlerinin içinde bulacak, demokrasi, insan hakları ve Kıbrısta çözüm için bitmek tükenmek bilmeyen uzun soluklu bir mücadeleye girişecektim.. Düşman belliydi.. güzel adamı anavatana bağlamaya and içmiş Milliyetçiler.

 

Şüphe yoktuMücadele çetin geçecekti Pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı..!

 

Üniversiteden mezun olduktan yıllar sonra İstanbula düştü yolum..

 

Yurtdışında yüksek lisans hayalleri kuruyor, bunun için burs imkanları kovalıyordum. O kadar inanmıştım ve kararlıydım ki yurtdışında soğuk kış günlerinde giyeceğim kalın bir pardesünüyü almanın peşine bile düşmüştüm.. İstanbulun büyüsüne kapılıp iyice gezmiş, yiyip içmiş ve cüzdanımda çok az bir para bırakmıştım. Kararlıydım, alacaktım pardesüyü.. Çiçek pasajının ilerisinde şimdi ismini hatırlayamayacağım bir başka pasajın zemin katında aradığım pardesüyü gördüm.. Fiyatı dudak uçuklatan cinstendi.. Cüzdanımda sadece 400 tl vardı. İçeriye girdim. Mağaza sahibinin adını dahi dün gibi hatırlıyorum.. Özden Bey, beni sıcak bir şekilde karşıladı..İstediğim pardesüyü gösterince hemen fiyat pazarlığına girmek istedim ama nafileydi.. Aniden konuşman bir garip, nerelisin sen  diye soru verdi! Kıbrıslıyım diyince başından kaynar sular dökülmüşçesine, ya hemşehrim SİZ KIBRISLILAR BİZ TÜRKLERi SEVMİYOSUNUZ demesin mi! O an durakladım Vaktiniz var mı diye çıkıştım! Size 1571den bugüne kadar uzanan Kıbrıslı Türkklerin tarihine dair bazı satır başları aktarmak isterim ama vaktinizi almak zorundayım.. Dükkan senin hemşehrim, elbette dinlemek isterim demez mi! 1571de Kıbrıs’ın ilk kez Osmanlılar fethinden başladım, 1878 İngilizlere Rus tehdidine karşı kiralanmasına, modern Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıslı Türklerin Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer almadığı için yaşadığı hayal kırıklıklarına ve Türkiyenin kendi yöneticilerimizle birlikte uyguladığı yanlış politikaların kardeşlik hukukumuzu nasıl zedelediğine saatlerce anlattım durdum.. Ben anlattıkça yalnız Özden Beyin ağzının açık kaldığına şahit olmadım, kısa sürede mağazaya alışveriş yapmaya gelen müşterilerin de alışverişi bırakıp beni can kulaklarıyla dinlediklerini farkettim.. Sunumumu bitirmek zorundaydım zira Kbrıs uçağının kalkmasına sadece birkaç saat kalmıştı. Müsaade istedim. Özden Bey bir dakika hemşehrim dedi. Biz Kıbrıs ve Kıbrıslı Türklerle ilgili, hayalleri, özlemleri, arzularıyla ilgili hiçbirşey bilmiyormuşuz dedi üzüntülü ve şaşkın bir ses tonuyla. Kaç para vardı senin cebinde dedi aniden! Şaşırmıştım.. 400 TL diye cevap verdim. Hemşehrim kimseye yapmam bunu ama seni sevdim. Ver 400’ü bu pardesü da sana helal olsun diyerek kartını uzattı. Şaşırmış, duygulanmıştım Bir insanın hayatına dokunmanın ödülünü almanın dışında, ülkem ve insanım adına iyi birşey yapmanın hazzıyla dükkanı terk edip uçağa yetişmek için yola koyulurken bırakınız dünyayı Kıbrıslı Türklerin kim olduğunu, ne istediğini Türkiyeye, Anadolu insanına bile anlatamamış olmanın burukluğunu iyiden iyiye hissetmeye başlamıştım.. Birşeyler değişmeliydi..

 

Söz konusu olaydan birkaç yıl sonra, çok arzuladığım yurtdışında eğtimimi devam ettirememem sonrasında DAÜ Uluslararası ilişkiler bölümünde yüksek lisans eğitimime devam etme kararı almıştım.. Eğitimimi sürdürürken yevmiyemi çıkarmak için özel bir işte yarı zamanlı çalışmaya başlamıştım.. Soğuk bir akşamdı.. Bir yandan eğitim görüp çalışırken, gelecek kaygısı, buna eklenen ailesel ve kişisel sorunlarla oldukça çalkantılı bir dönem geçiriyordum.. O kadar ki, en başarılı olduğum Türk Dış Politikası dersinden incomplete almış, incomplete almakla kalmamış, incpmpletei bile zar zor tamamlayacaktım. İşten eve yorgun argın dönmüştüm.. Hızla bilgisayarımın olduğu Lefkoşadaki aile evine gitmeli, ve incompletein süresinin dolmasına sadece 1 gün kala dönem projesini hazırlayıp teslim etmeliydim. sadece 24 saatim vardı ve ben sabahlayarak projeyi başarıyla tamamlayacağıma inanmıştım! Bugün düşününce gülüyorum ama o zamanın kafasıyla doğru gelmişti! Yorgun argın çıktığım yolda ölümden dönecek, hatta mucize eseri kurtulacak bir trafik kazasına imza atacaktım. Çok büyük bir kaza olmasına rağmen bölgede eksik olan ışıklandırma yüzünden kimse kazanın farkına varmamıştı; oradan haspel kader geçmekte olan birkaç Türkiyeli inşaat işçisi hariç! Beni arabadan hemen çıkardılar ve hastaneye yetiştirdiler. O insanlar olmasaydı, başımdan oluk oluk akan kanlar sayesinde kan kaybından bugün sizlere bu satırları yazamaz hale gelebilirdim. Hiç tanıyamadım kendilerini. Her hatırladığımda hayır dualarımı yollarım kendilerine ve ailelerine.. Ama bir dakika! Bu insanlar benim düşmanlık beslediğim, gemilere doldurup Anadoluya geri göndermeyi planladığım Türkiyeli insanlardan birkaçı değil miydi? Şaşırmıştım. Türkiyeli-Kıbrıslı ayrımını daha da derinlemesine sorgulama, köklerine inme kararı almıştım.. Türkiyeli Kıbrıslı hepsimiz insan değil miydik nihayetinde!

 

Taa Üniversiteli yıllardan başlayan ve devrimci, solcu ideolojimiz gereği Türkiye ve Türkiyelilere karşı olan önyargım yıllar içinde kırılacak, bu son olay gerek Türkiye ve Türkiyelilere, herşeyden önce İNSANa sonrasında hayata bakışımı tamamen değiştirecekti

 

Diyeceğim o ki dostlar

 

Malumunuz asrın projesi diye nitelenen su projesinin resmi açılışı geçtiğimiz hafta gerek Türkiye gerekse KKTCden en üst seviyede katılımla gerçekleşti, ve vanaların açılması suretiyle ilk su TCnin Alaköprü barajından KKTCnin Geçitköy barajı üzerinden KKTCye ulaştı. Ne yazık ki  o gün bugündür Kıbrıs’ın kuzeyinde biz henüz bu sudan nasıl faydalanabileceğimizi tartışamadık, suyu kimin yöneteceğine odaklandık. Türkiye kanadı KKTCli yetkililere güvenmediği için suyu özel bir şirketin yönetmesini arzuladığını ifade ederken bu tutumun KKTCde infial yaratmış olduğunu, konunun kamuoyunda KKTC ve Kıbrıslı Türklerin Türkiyeye karşı rüştünü ıspat, bir nevi egemenlik sorunu olarak algılanıp tartışılmaya başladığını gözlemledik. Türkiye KKTC arasındaki bu güven sorununun kökenleri kişisel tarihimden birkaç anekdot üzerimden ifade etmeye çalıştığım gibi bugünün sorunu değil. Kökleri çok geriye dayanıyor ama bu bambaşka bir yazı konusu. ilerideki yazılarımızda değiniriz..

 

Özetlemek gerekirse

 

Asrın projesi SU projesini kaleme almayı planlıyordum sizlere merhaba dediğim bu köşenin ikinci yazısında. SUyun faydalarını, yalnız Kıbrısa değil bölgedeki barış ve istikrarın sağlanmasında oynayabileceği rolü, Kıbrıslı Türklerin bu sudan nasıl fayda sağlayabileceğini uzmanlar gözüyle sizinle paylaşmayı planlıyordum ama olmadı