17 Kasım 2015 Salı

Merhaba GARAVOLLİ! / Halil Artur

Saat 19.00 civarları;

Önceki günden planlanan güzel bir geceye doğru, bir grup ikametgahını çalışma bahanesiyle İstanbul ‘a aldıran arkadaş çevresiyle Taksim konumu çevresinde yürüyoruz. İstiklal Caddesi’nin yağmurlu havasına rağmen omuz attığımız insan sayısı yine hakkı sayılır seviyelerde. Milletin işi gücü yok herhalde diye düşünüyorum.Bu iş konusunda ‘Sözüm meclisten dışarı’ demeden geçemeyeceğim. Zira yanımda ‘kızlı erkekli’ sekiz kişi ile oluşan gurup ölesiye çalışkan.

Küçük eski yapılardan kalma bir sokağa dönüyoruz. Bir ucu Asmalı Mescit civarlarına denk düşen taş yapıların ağırlıklı olduğu turistlerin yaz aylarında artistlik fotoğraflar denediği bir sokak. Her biri iş ortamından tanışa gelmiş arkadaşların yapabileceği normal muhabbetin beli yine iş diyalogları ile kırılıyor.

Sonunda hafif bir yorgunluk atacağımız daha önce hiç gelmediğim salaş sayılabilecek bir meyhanede soluğu alıyoruz. Taş duvarlarda klasik eski çekim İstanbul resimleri olanlardan hani. Soluğu alıyoruz diyorum zira içerisi sadece bilmek zorunda olanların bildiği türden 6-7 masa ile sınırlı küçük ve sıcak bir ortam.

 



Siparişlerimizi verme arifesi ile bir iki dünya meselesi ortamda şanlı fikirlerimizle daha önem kazanıyor. (Böyle ortamlarda hemen hemen herkesin engin fikirleri ortaya çıkar) Bu periyodda ağır ağır küçük porselen tabaklarda mezeler masaya renk katmaya başlıyor.

İş hayatının saçmalıkları, İstanbul keşmekeşliği, Türkiye nasıl kurtulur düşünceleri hatta bi ara kadın erkek eşitsizliği bile masaya yatırılıyor. İşte yine konunun nasıl açıldığını bilemediğimiz birmuhabbet masada saltanatını sürerken, büyük olasılıkla mutfağa git gel her mezeden aşıran, öğlenki tabldottan en büyük payı kendine ayıran göbekli, hafif saçları seyrek, diğer garsonlardan bi tık daha şık abi (şef garson olsa gerek) elinde bir tabakla yanaşıyor. Masanın diğer ucunda oturmamdan dolayı limana yanaşan ateşten kavrulmuş güveç tadındaki tabağı önemsiz bir tat olarak nitelendirip ortamda bulunan saçma konuya takılmaya devam ediyorum. Fakat masada bulunan kadınlardan garsona doğru‘şaka, ay saçmalamayın ayol, yok artık’tarzı gelen nidalar dikkatimi hemen en uca yöneltiyor.

Tabağın içindekine doğru yoğunlaşma çabası içindeyken, garsonun yılların verdiği tecrübe ve küstahlıkla mezeyi pazarlar cümleleri bende kendisine karşı inanılmaz antipatiklik oluşturuyor.

Fakat bu arada aman Tanrım! Birde ne göreyim?

Üstüne yoğun baskı ve zehir zemberek bağırışlar toplayan meze meğerse;


Yağmurlu havalardan sonra sokaklarda görmeye alıştığımız, peşi sıra güneşte parlayan rengarenk parlak bir sıvı bırakan, evini sırtında taşıyarak yengeç burcu gibi ne kadar evcimen olduğunu her adımda vurgulayan, bilindiğinin aksineyumuşakçaların familyasından, 4-5 gün 3-5 çeşit taze baharata yatırılıp defne yaprakları ile pişirilen ‘’Garavolli’’. (Bilmeyenler için bir çeşit salyangoz.)




Şaşkınlığımı gizleyemeyerek ‘nasıl yani’ diye bir çıkış yapıyorum. Tabi bizim garson boş durur mu? Yeniden ukala tavrı ile tek sahip olduğu bilgiyi tıraş bıçağı satar edası ile anlatmaya başlıyor. Söylediklerini tabii ki dinlemem söz konusu bile değil. Umursamıyorum zira o an ‘Anılar’ adlı Coşkun Sabah şarkısı kulaklarımda ud eşliğinde hayat bulmakta.

Masanın yadırgayıp geri gönderme eşiğinde olduğu Garavolli dolu tabağa doğru, garsonaithafen bir ‘dur’ çıkışı masada sessizliğe neden oluyor.

‘Koy masaya ve bizi yalnız bırak’ diye aklımdan geçirsem de sadece ‘kalsın’ demekle yetiniyorum.

Herkes şaşkın.Herkes korkulu. Ama sorun yok.

Asla yana yakına ‘ne olur biraz Garavolli ne olur yalvarıyorum’ diye yakındığım bir meze olmadığını içten içe biliyorum. Fakat masaya gelen anılarla dolu bu masum salyangozları da geri göndermeyecek kadarda geçmişe saygılıyım.

Bir arkadaş edası ile usulca fısıldayarak elime bir tane alıyorum.

‘Merhaba Garavolli beni tanıdın mı?’

Yavaşça ağzıma yaklaştırıyorum.

Bu esnada büyük ihtimal herkes beni Fiji’nin yağmur ormanlarından gelen bir yerli havasında seyirde.

Küçük bir nefes alış şekli ileGaravolli tadı ile uzun bir zamandan sonra yeniden buluşuyorum.

Geçmişin burukluğu üstümde bardağı masaya vurup olmayanlara diye ekleyip geçmişe bir yudum özlem yolluyorum.

O an için masada Kıbrıshikayesi olan biri olmadığından kimse beni anlamıyor ama inceden bir tebessüm hala yüzümde.

(Bütün tabağı tek başıma yemek zorunda kalmasaydım tebessüm uzun sürer miydi bilmiyorum?)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder