Kahveyi
severseniz yanında çikolatayı da seversiniz. Kırk yıllık hatrın ne olduğunu da
iyi bilirsiniz. Çayın kalabalıkla arası iyidir. Yazın harareti alır,kışın
iliklerimizi ısıtır; içerken bir kitap eşliğinde bin karaktere bürünürsünüz
dolayısıyla okumayı da seversiniz.
Bahar gelir…
İçimizde kelebekler uçuşurken açan mimoza çiçeklerini de seversiniz burnunuzu
gıdıklayan polenleri de.
Seversiniz sonra…
Sadece o seviyor diye incir reçelini sadece o mutlu diye jazz dinlemeyi
yeğlersiniz. Biz dolaylı olarak hep bir şeyleri bir sebeple sevmeyi öğrendik
belki de… “Sevmek…” ne güzel kelime değil mi? Çünkü her şey sevmekle, aslında
bir çocuğu sevmekle başlıyor…Kötü hayat hikayelerine tesadüf ettiğimizde hep
aynı sonları okuruz. Sevgisizlik sonucu oluşan boşluklar…O boşlukları doldurmak
için yapılan yanlışlar.
Bir çocuk
nasıl sever? Toyca sever. Tüm saflığıyla bütün kirlenmişliklerden arınmış bir
şekilde koşulsuz, safça sever…Biz yetişkinler ise aksine koşulsuz sevmeye
çabalarız. Çoğunlukla da başarısız olur ve karşılıklı sevgi diye adlandırılan
türüne razı geliriz bu durumun.
Ancak
küçücük yürekler ne koşullu ne de karşılıklı sevgiyle bağlanır. Henüz
olgunlaşmamış çocuk kendine özgü bir yöntemle sever. İçgüdüsel olarak sevildiğini
hissetme ihtiyacının yani dolu bir sevi deposunun olması gerektiğinin de
bilincindedir. Deposu düşükse ya da boşsa delicesine “Beni seviyor musun?” diye
sorma ihtiyacı hisseder kendinde.
Aslında kaç
yaşında olursak olalım bizler de öyle değil miyiz? Kötü bir davranışın
sebebinin boş bir sevgi deposu olduğunu düşünecek olursak ,biz yetişkinlerin bu
konuda ne kadar yeterli olduğumuz sorusuna verilecek yanıt çocuğun
davranışlarını açıklar nitelikte olacaktır. İlk başta anne ve baba tarafından
doldurulan bu depo okulda da devamlılık gerektirmektedir. Öğretmenini seven
çocuk ,o öğretmenin dersini de sevecektir dersi seven çocuk çalışmayı da
sevecektir sırf öğretmeninin gözünde daha iyi yerlere gelmek için gayret sarf
edecektir. En başta bahsettiğim dolaylı bir şekilde gerçekleşen sevgi zinciri
işte o zaman vücut bulacaktır. İşte hayatımızı şekillendiren bu konuya
Öğretmenler Gününde dem vurmak istedim.
24 Kasım
1928, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Millet MekteplerininBaşöğretmenliği”ni
kabul ettiği gündür. Bakanlar Kurulu, Atatürk’e "Millet Mektepleri
Başöğretmenliğiunvanını 11 Kasım 1928’de yaptığı toplantıda vermiş ve bu unvan,
24 Kasım’da Millet Mektepleri Talimatnamesinin yayınlanması ile resmileşmişti.
Atatürk'ün
100. doğum yıldönümü olan 1981'de, "başöğretmen" olduğu günün ülke
çapında Öğretmenler Günü olarak kutlanmasına karar verildi.
Evet, çoğu
insan tarafından az çalışılan, tatili bol olarak görülen ne yazık ki müptezel
bir meslektir öğretmenlik. Sadece kitapta olan bilgileri aktarmak değildir ,çocukların
başında gardiyan gibi bekleyen yapılması gereken şeyleri dikte eden de
değildir! Ki öyle olsa ne kadar akılda kalabilirdik, ne kadar dokunabilirdik
her yüreğe tek tek?
Dört yaşında
yerinde duramayan bir çocuğun ancak okulda enerjisini atacağına inanan annem
kreşe göndermiş beni, altı yaşında ne akla hizmet “Gerçek okula gitmek
istiyorum!” diye direttiğimde asıl kabus günler başlamıştı. Yaşıtlarımdan hep bir yaş küçük olmanın
vermiş olduğu buhranla hep büyümek istemiştim. Altı yaşımdan lise bitimine
kadar hep geri sayım hesaplamalarındaydım, “Okulun bitmesine kaç sene kaldı?”
sorularıyla…
“Bir çocuk
için en büyük mucize, küçükken onu hayata hazırlayabilecek iyi bir öğretmene denk
gelmesidir...” bu konuda oldukça şanssız olduğumu düşünüyorum. Özellikle
karakterimin şekillendiği ortaokul yıllarında…
Küçük
Prens’in de dediği gibi “Bütünbüyükler bir zamanlar çocuktu ama pek azı
hatırlar bunu.”Halden anlamayan her zaman ders diyen gülmeyi unutmuş, bizi
sevgi dolu dokunuşlarından mahrum bırakmış insan topluluklarıydı gözümde.
Herkes okulunu okuyup öğretmen olabilir lakin içinde sevgi tohumlarını yakmış insanlar öğretmen olmamalıdır! Çoğu zaman iç sesimle
konuşmuş “Acaba eşlerini, çocuklarını
gerçekten sevebiliyorlar mı ,ne oluyor da gülüyorlar ,hayatlarında hiç
ağladıkları olmuş mudur ?” gibi sorularla zihnimi meşgul edip herkeste olan
insani özelliklerin var olup olmadığını sorgulamıştım. Ta ki liseye kadar… Bana
tekrar okulu sevdiren ,sıcacık ateşinde kaynayan deli kanımızı tebessümle
karşılayan eli öpülesi insanları tanıyana kadar.
“Sadece
hayatı öğrenmek için bile olsa üniversiteye gidin, o muhteşem hayatı tadın
diyen diğer kanaldan girip kalbimizi kazanan Nezir Hocam’a… Şu zamana kadar
bilfiil görüşmeye devam ettiğim nerdeyse iki haftada bir konuştuğum “İroşima, geçenlerde aradım açmayınca merak ettim.” diyerek
hala bir baba sıcaklığında beni sarmalayan çok kıymetli edebiyat öğretmenim
Zeki Babam’a, kısaca bütün Ata Koleji ailesine bu vesileyle senelerdir içimde
büyüttüğüm çiçeklerimi yollamak istiyorum.İyi ki hayatımdan geçtiniz.
Yaşadığım
tüm olumsuzluklara rağmen korkudan dolayı değil de sevgiden gelen saygıyı
yakalayacağıma ant içerek başladığım meslek hayatımda “Dünyaya bir daha gelsem
yine öğretmen olurdum.” diyebiliyorsam bu,her gün tarifi mümkün olmayan sevgi
dolu kalplerin coşkuyla beni kucaklaması sayesindedir.
Bir insan
öğrencilerini bu kadar seviyorsa kendi evlanı nasıl sever diye düşünüyorum
günlerdir. “Arkadaş gibi olmak” inancımızdaki “gibi” nin ayarını kaçırmayan,
bana güvenip dertlerini paylaşan ,paylaşıp rahatlayan dünya tatlısı
öğrencilerime selam olsun. Hepinizi yanaklarınızdan öperim.
“Biz
aldıklarımızla yaşamımızı idame ettiririz ,fakat verdiklerimizle bir yaşam
yaratırız.'' felsefesiyle mesleğini icra eden, hayatın bizlere hediyesi olan tüm
öğretmenlerin önünde saygıyla eğilerek var olunuz diyorum. Var olunuz efendim
ellerinizden öperim.
Ve son olarak…“Unutmayınız ki Cumhurbaşkanı bile sınıfta öğretmenden sonra gelir.” diyen Başöğretmen Ata’mızı rahmetle anarak değerimizin bir gün anlaşılacağı günleri görmeyi diliyorum. Öğretmenler günümüz kutlu olsun. Sevgiyle yaşayınız…
Irem, lütfen her ilanınıza www.emu.edu.tr diye DAÜ web sayfasını da giriniz.
YanıtlaSilTeşekkürler.
Prof. Dr. Hasan Amca
Rektör Yadımcısı